Gıda ve tarım çağımızın en “sıcak” konularından ikisi. Hem Türkiye’de, hem de dünyada gıdanın içeriği, kalitesi, lezzeti, insan sağlığına etkileri her kesimden insanın sorguladığı, “doğruyu” bulmaya çalıştığı bir konu. Son onyıllarda işin “gıdanın tohumdan sofraya üretiliş sürecinin doğaya etkisi” boyutu da gündemimize hızla dahil oldu.
Durukan Dudu
Gıda ve tarım çağımızın en “sıcak” konularından ikisi. Hem Türkiye’de, hem de dünyada gıdanın içeriği, kalitesi, lezzeti, insan sağlığına etkileri her kesimden insanın sorguladığı, “doğruyu” bulmaya çalıştığı bir konu. Son onyıllarda işin “gıdanın tohumdan sofraya üretiliş sürecinin doğaya etkisi” boyutu da gündemimize hızla dahil oldu.
İşte bu çift-boyutlu süreci kapsayan bir noktada “onarıcı tarım” kavramıyla tanıştık. Aslında bu kavram Türkiye için oldukça yeni; ilk defa 2014’te Anadolu Meraları ve bendenizin yazı, sunum ve eğitimlerinde paylaştığımız, daha doğrusu önerdiğimiz bir kavram. Dünyada da Türkiye’deki kadar olmasa da nispeten yeni bir kavram, İngilizcesi “regenerative agriculture” olarak geçiyor.
Onarıcı tarım, gıdanın içeriğinden üretim sürecine, örgütlenmesinden finansman yapısına, yetiştiği toprağın biyolojik bereketinden bunun gıdanın besleyiciliğini nasıl etkilediğine kadar çok geniş bir yelpazede geçerli bir paradigma değişimi öneriyor ve bunu somut örneklerle uyguluyor; onarıcı tarımın sadece akademi veya sivil toplum nezdinde farazi bir konu değil, doğrudan çiftçi temelli bir teori ve uygulama bütünü olması da bu durumu yansıtan temel dinamiklerden biri.
“Paradigma” kavramını özellikle kullanıyorum, zira onarıcı tarım gıda, tarım ve bunun sosyo-ekonomik örgütlenmesi konusundaki bir çok ön yargımızı derinden sarsan önermeler ve bilgiler içeriyor. Kaba bir örnekle; yerel tohum ve zehirsiz/gübresiz tarımla üretimin iyi ama yetersiz olduğunu, toprağı sürmek gibi “geleneksel” bir yöntemin de gezegen için olumsuz sonuçları olduğunu somut verilerle gösteriyor, pratik alternatifler gösteriyor. Her bir üretim sürecinin en temel dinamiklerine son derece işlevsel bir bakış açısıyla (ama ilkeselliği elden bırakmadan!) iniyor, sorguluyor. Bilginin üretimi ve yeniden üretimi süreçlerini “yurttaş bilimi” çerçevesinde gerçekleştiriyor. Deney yapmayı, planlamayı, gözlem yapıp veri toplamayı seven (çoğunlukla yeni nesil) çiftçilerin sanal dünyada ve dönemsel toplantılarda “açık kaynak veri” çerçevesinde paylaştığı somut bilgiler ışığında hızla gelişip yaygınlaşıyor.
Onarıcı tarımın bir de “üretici – tüketici” ilişkisini yeniden tanımlama hali var ki, bahsetmeden olmaz: Her bir örneğin biricik koşulları içinde özgün modeller gelişiyor olsa da, temelde tüketiciyi de üretimin bir aktörü haline getiren, bu sayede gıda üretimi ve paylaşımını anonim bir süreç olmaktan çıkarıp şeffaflık ve katılımcılıkla bezeyen bir çerçevesi var.
Sözün özü, onarıcı tarım aslında bir devrim: Hem de gıda ve tarım gibi medeniyetin temeli olan bir boyutta gerçekleşen, çok derin bir devrim.
Toprak dediğin nedir?
Özellikle son on yılda bazı cesur akademisyenler ve onarıcı tarımın öncüsü çiftçiler tarafından beraber üretilen uygulamalı bilgilerin ışığında biliyoruz ki; toprak “sandığımızın” çok ötesinde bir varlık. Bastığımız toprağın en üstteki 20 – 90 cm’lik tabakası, dünyanın en zengin biyolojik çeşitlilik diyarlarından biri. Gözle gördüğümüz ve göremediğimiz canlılardan oluşan, son derece karmaşık ve bir o kadar da yalın bir yaşam ağı, toprağı toprak yapan. Bu yaşam ağının güçlü ve bereketli olması, o yaşam ağının bir yansıması olan toprak üstü bitkilerin (domatesin, mesela) ne kadar besleyici olduğunu belirliyor. Öyle ki, göze aynı görünen bir domates doktorların 3 ay ömür biçtiği bir kanser hastasını iyileştirebilirken, bir diğeri insanı kanser edebiliyor. İşte bu toprak yaşam ağının nasıl çalıştığını, en azından temel prensiplerini anlamak ve bunları besleyen bir tarım şekli, sofralarımızı ve bedenlerimizi korumanın ötesinde iyileştirip onarmanın da tek yolu.
Çünkü ne yiyorsak oyuz ve hatta, “yediğimiz, nasıl bir toprakta beslendiyse” oyuz.
Bu noktada aklınızda canlanan detaylı sorular için, sizleri internette “toprak gıda ağı” ve “soil food web” temalı bir arama yapmaya davet etmek isterim – ancak aldığınız cevapların doğuracağı sorular ve paçalarınızı sıvayıp girdiğiniz derenin aslında devasa bir okyanus olduğunu fark edeceğinizi de söylemeliyim: İleri düzey biyoloji, kimya ve fizik içerikli bir bilim dalından bahsediyoruz çünkü. Toprak uzmanlarının “Uzay hakkında bildiklerimiz, toprak hakkında bildiklerimizden daha fazla” demesi boşuna değil.
Doğayı Onarmak = Şifalı Gıda Üretmek
Bugüne kadar insanın tüm ekonomik faaliyetlerinin doğa için zararlı olduğunu, yapabileceğimiz en iyi şeyin bu zararı asgariye indirecek uygulamalar olduğunu düşünegeldik. Ekoloji bilimi ve yeşil politika da, insan medeniyetinin oluştuğu ilk günden beri doğanın ve gezegenin hanesine zarar yazan bir oluşum olduğunu anlattı. İnsanlığın “gelişimi”, özellikle son 300 yıla sığdırdığımız sanayi devrimi ve sonrasındaki süreç de bu iddiayı doğrulayan birçok gerçeği barındırıyordu. Yani “insanla doğa arasındaki ilişkinin bir kaybedeni olmak zorunda; o da ne yazık ki doğa” düşüncesi, çevre ve ekoloji hareketinin hikmetinden sual olunmaz hakikatlerinden biri olageldi.
Onarıcı tarımı “paradigma değişimi” mertebesine yükselten boyutlardan biri de bu: Onarıcı tarım ve içerdiği uygulamalar, insanın tarım yaparak doğayı korumasının, yani sürdürülebilirliğini sağlamasının ötesinde “onarabileceğini” kanıtladı. Bu, küresel medeniyetimizde bir dönüm noktası. Medeniyet tarihi hakkındaki yeni bulgular da bunun basit düzeylerde kimi topluluklar tarafından daha önce de gerçekleştirildiğini kanıtladı; Amerika yerlilerinin “yarattığı” bereketli orman ekosistemleri, Amazon yerlilerinin yüzlerce yıl içinde devasa Amazon Havzası’nın toprağını organik madde açısından zenginleştiren “terrapreta” uygulamaları ile medeniyet tarihinin buğdayla değil meşe ağacıyla başladığını çok güzel anlatan “Oak: The Frame of Civilization” gibi kaynaklar nereden geldiğimiz ve nereye gitmemiz gerektiği konusunda çığır açıcı veriler sundular.
İşte bu tarih okuması ve bugünün gerçekleri ışığında, toprağı “geleneksel” dediğimiz yöntemler dahil olmak üzere son 3-4 binyıldır ne kadar hırpaladığımızı ve bunun aksi yönde bir Onarıcı Tarım devrimi başlatmamız halinde hem doğayı onarıp hem de şifalı gıda üretebileceğimizi biliyoruz.
Doğayı onarmak derken, çağımızın en büyük ve acil felaketi olan iklim değişikliğini de meselenin tam ortasına yerleştiriyorum: Dünya topraklarındaki organik madde oranını sadece yüzde 0.1 oranında artırmayı başarmamız halinde, atmosferde halihazırda 400 ppm olan karbondioksit oranını 350’ye çekmeyi, diğer bir deyişle bilim insanlarının işaret ettiği “güvenli en üst sınıra” yaklaştırmayı başaracağız. Böylece iklim değişikliği ve yarattığı tüm devasa krizler bir anda ortadan kalkıyor.
Anadolu Meraları Uygulama Arazisi’nde 12 ayda organik maddeyi yüzde 0.4 oranında artırdığımızı düşünürsek, ABD’li toprak uzmanı Dr. Elaine Ingham’ın şakayla karışık olarak söylediği, “Onarıcıtarım devrimini küresel olarak gerçekleştirirsek kışlık montlarınızı hazırlayın” cümlesinin anlamı ortaya çıkıyor: Dünyadaki tüm topraklarda, geçen yıl Anadolu Meraları Uygulama Arazisi’ndeki organik madde artışı gerçekleşseydi, atmosferden 1400 Gigaton karbonu “bereket” olarak toprağa çekmiş olacak ve karbondioksit oranını bir yılda Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarındaki oran olan 210 ppm’e yaklaştıracaktık.
İklim Değişikliği’yle yakından ilgilenmeyen veya bu sayılardan aklı karışan okurlarımız için durumu şöyle özetleyeyim: Bizlerin geçen sene son derece kısıtlı kaynaklarla gerçekleştirdiği toprak onarımı tüm dünyada gerçekleştirilse, bu insanlık tarihinin gelmiş geçmiş ve ebediyen olabilecek en önemli başarısı olarak tarihe geçecek.
Onarıcı tarıma öncülük eden birey, oluşum ve grupların her geçen sene artan popülaritesinin kaynağı da bu: Onarıcı tarım, açlık, çölleşme, toprak erozyonu, su kıtlığı, iklim değişikliği ve enerji krizi gibi içinden çıkılmaz hale gelmiş yaşamsal krizlere ucuz, kesin ve yan etkisi olmayan çözümler sunuyor.
Bir “yan etki” var gerçi, onu atlamayalım: Tüm bu devasa çözümleri “şifalı gıda üreterek” sunuyor. Yani hem gıdamızın kalitesi, tadı ve besleyiciliği tavan yaparak “zehirli gıda” yerine “şifalı gıda” oluyor; hem de dünyayı kurtarıyor.
Bundan beş sene önce onarıcı tarım ve onun amiral gemisi olan “bütüncül yönetim” (Holistic Management) ile tanıştığımda, bir iklim değişikliği aktivisti/uzmanı olarak yaşadığım, bugün bu satırları bir “onarıcı çiftçi” olarak yazarken artarak devam eden heyecanımın sebebi de işte bu; her gün kendi gözlerimle gözlemleyip burnumla kokladığım ve ellerimle dokunduğum süreç…
Otçul Hayvanlar: Suçlu değil, “Kurtarıcı”
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hayatımıza hızla giren bir olgu var, “endüstriyel hayvancılık”. “Dünya çapında artan hayvansal gıda ihtiyacını karşılamaktan” ziyade, savaş sonrası biyolojik silah yerine tarım zehiri ve suni gübre üretmeye başlayarak palazlanan tarım endüstrisinin “kimyasal tarım”ı yaygınlaştırmasının bir sonucuydu endüstriyel hayvancılık. Şu anda Türkiye’nin de köylü ve küçük üreticisinden büyük üreticisine kadar iliklerine kadar işlemiş olan endüstriyel hayvancılık, GDO’lu yem kullanımı, hormon ve diğer kimyasal girdiler sebebiyle insan sağlığını bozmakla kalmıyor; toprak bozunumu, kirlilik ve iklim değişikliğini de körüklüyor, hayvan haklarını da ezip geçiyor. Tüm dünyada “endüstriyel hayvancılık” karşıtı başlayan hareketlerin özellikle son onyıllarda ciddi anlamda güçlenmesinin sebebi de bu.
Ancak endüstriyel hayvancılık gibi tüketilen enerji karşılığı alınan besin hesabı yapıldığında son derece verimsiz olduğu bariz olan bir tarım yöntemine karşı çıkarken düştüğümüz bir yanlış var: Suçlu olan otçul hayvanlar değil, insan olarak hayvancılık yapma şeklimiz.
Dünyanın geleceği ve sofralarımızın sağlığı için az bilinen ama çok önemli bir konu bu: Gezegeni ve bedenlerimizi yok eden mevcut hayvancılık yerine, doğayı hızla onaran (sürdüren değil, onaran!) ve insanlara da son derece besleyici gıda sunan bir hayvancılık mümkün, hatta otçullar kurtuluşun en önemli yollarından biri. Bu farkındalık ve uygulaması dünyada hızla yayılıyor.
Allan Savory’nin kurduğu Savory Enstitüsü ve dünyanın dört bir yanına dağılmış özerk gözeleri (Türkiye’de Anadolu Meraları), onarıcı tarımın omurgasını oluşturan “bütüncül yönetim”le işte bu değişimi gerçekleştiriyor. Otçul hayvanların yabani atalarının etraftaki avcı hayvan ve insanların baskısıyla izlediği otlama ve toprak üzerinde “masaj” yaratma örüntüsü, günümüz sosyo-ekonomik ve kültürel gerçeklikleri çerçevesinde ve yaratıcı bir karar alma süreciyle doğru uygulandığında sonuç toprağın su tutma ve emme kapasitesinin hızla artması, erozyonun sona ermesi, toprağın organik maddesinin hızla artması, biyolojik çeşitliliğin geri dönüşü ve besin değerlerinin yükselmesi oluyor.
Çok uzun yıllardır sorun olarak görülen mera ve otlakların, “bütüncül yönetim”in son derece uygulanabilir yöntemleriyle hem ekonomik olarak değer kazanması hem de ekolojik onarımın başat mekânları olması, Türkiye gibi bir ülkede çok daha önemli: Türkiye, çok pahalı ve bir o kadar da kalitesiz hayvancılık ürünlerinin diyarı. “Bütüncül yönetim”le idare edilen meralar ve otlaklar ise hayvancılığın orta vadede maliyetlerinin düşmesi, hayvansal gıdanın zehirli olmaktan kurtulup “şifalı” bir besin haline gelmesi, su kaynaklarının yeniden onarımı, sellerle mücadelenin kolaylaşması ve toprakların iyileşmesi, tarımsal üretim ve gıdanın insanları birbirinden koparan değil birbirine yeniden bağlayan bir süreç olması demek.
Diğer bir deyişle, uzun yıllardan beri karşımıza çıkan en güçlü “kazan – kazan” fırsatıyla karşı karşıyayız.
Uzun ince bir yol
Bu yol uzun, şüphesiz. Yasal mevzuat ve uygulamaların doğru şekilde oluşturulmasından mevcut çiftçilerin algısal dönüşümüne, onarıcı tarım devrimiyle ilgili konulardaki toplumsal farkındalığın artmasından bilgi ve uygulama altyapısının tamamlanmasına kadar bir çok boyutta ödevimiz, kat etmemiz gereken mesafe var. Ancak en önemli görev “tüketici” olmak yerine “türetici” olmayı seçme iradesine sahip bireylere düşüyor: Onarıcı tarımla üretilen şifalı, doğru gıda -en azından başlangıçta- daha pahalı olacak, çünkü onu üreten, A’dan Z’ye tüm süreçlerde “akıntıya ters kürek çekiyor” olacak. Ulaşması daha zor, daha çok emek ister, gıda toplulukları kurarak örgütlenme gereğini haiz olacak. Standart birer kimyasal kutusu değil, her seferinde azıcık farklı, çokça özgün bir tatta olacak. Ufacık yazılarla dolu ufak bir etiketi değil, bütün süreci detaylarıyla anlatan bir hikâyesi olacak – ve türeticinin tüm bu süreçlerin arasındaki farkı öğrenmesini, sorgulamasını isteyecek. Kokusuz veya alışılmış mısır şurubu tadının baskın olduğu bir gıda değil, üretildiği toprağı ve hayvanı yansıtan bir biriciklikte olacak. Güzel ambalajlara sahip olmayacak belki, bir süre. Ama yüksek besin değerli ve zengin iz-elementli, gerçek bir gıda olacak.
İşte onarıcı tarım, insanlığın bu en büyük macerasına ortak olmayan isteyen kararlılıktaki türeticilerle üreticilerin şeffaf, dayanışmacı bir ruh haliyle omuz omuza vermesiyle yükselecek.
Bu makale Gıda Toplulukları sitesinde yayınlanmıştır.
Comments