Agroekolojik üretim yaklaşımlarından biri olan bütüncül planlı otlatma sınırlı kaynaklara sahip bir dünyada bizlere ne vadedebilir?
Neyin limitlerinden bahsediyoruz?
Dünya’daki insan nüfusunun artışı karşısında toprağın, suyun ve biyolojik çeşitliliğin sınırlarına yaklaştığı uzun zamandır telaffuz ediliyor olsa da ekolojik kriz bağlamında daha da kuvvetli anılır oldu. Artışı üstel bir fonksiyon ile temsil edilen insan nüfusunu, sınırlı olan toprak varlığı üzerinde, en iyi ihtimalle aritmetik olarak arttırılabilecek olan gıda üretiminin beslemeye yetmeyeceği en sık duyduğumuz felaket senaryosu için buraya [1] veya daha yakın tarihli bir reenkarnasyonu için ise buraya [2] göz atabilirsiniz. Peki hemen hepimizin zihninde yer eden bu senaryo neye dayanıyor? Konvansiyonel tarımsal üretim bu mitle nasıl bir ilişki içinde? Ve agroekoloji limitli, sınırlı kaynaklara sahip bir dünyada varlığını sürdürme kaygısında olan bizlere ne vadedebilir? Bu yazıda bu sorulara yanıt vermeye çalışacağım.
Rakamlar ne söylüyor?
Üstel nüfus artışı ile aritmetik gıda üretimi arasında açılan makas kavramı Malthus’tan bize miras. Ancak aradan geçen iki yüzyılı aşkın sürede insan nüfusunun artış hızındaki azalma Malthus'un modelinin yanlışlığını gösterdi. Buna rağmen toplam nüfusta bir azalma hala söz konusu değil [3]. Global gıda talebi için ise Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü (FAO), önceki on yıllık dönemlere kıyasla daha yavaş da olsa, bir artış öngörüyor [4]. Bunun yanında üst toprağın kaybı, biyoçeşitlilikte azalma, içilebilir su kaynaklarının tükendi tükenecek ahvali de bizlere ekolojik limitlerini zorladığımız bir dünyada yaşadığımızı hatırlatıyor.
Limitlere Neo-Mathusçu yaklaşımlar
Yeni Malthusçuluk olarak anılan, Garrwett Hardin’in Ortak Varlıkların Trajedisi [5] adlı makalesinde savunduğu temel tez, tükenebilir bir kaynağın ortak kullanımı söz konusu olduğunda kaynağın bir noktada aşırı kullanım sebebiyle tahrip edilip yok olmasının kaçınılmaz olduğudur. Hardin bu argümanı temellendirirken bizi sınırlı yüzey alanına sahip herkese açık bir otlak hayal etmeye çağırır. Ve şöyle devam eder; kendi sığır sürüsünü büyütmek isteyen bir çobanın yapacağı hesapta beslenecek fazladan bir sığırın otlağa yapacağı negatif etki meradan faydalanan tüm müşterekler arasında bölüşülecektir. Öte yandan çobanın satacak bir sığırı daha olmasının getireceği kar yalnızca çobanın olduğu için meranın alacağı hasar çobanın karının yanında marjinal kalacaktır. Bu sebeple de her çoban sürülerine birer sığır daha katmak yönünde tercihte bulunacaktır. Aynı hesabın meranın taşıma kapasitesi aşılana dek yapılmaya ve çobanları sürülerini büyütmeye teşvik etmeye devam edeceğini iddia eder. Hardin’in bu “trajik sonu” önlemek için önerisi müşterek kaynakların (meralar, su, ormanlar vb.) özelleştirilmesi yahut otoriter bir devlet kontrolü altında yönetilmesidir.
Hardin’in savı Malthus’un fikirlerinin diğer yeni dönem uyarlamalarıyla birlikte takip eden dönemde bolca eleştirildi, hem karşıt örneklerin varlığı ile [6] hem de analitik olarak tutarsızlığı [7] ortaya kondu. Ama yine de bu basit görünen ekonomi tezi yalnızca akademi içinde değil çevresel ve sosyal politikaların oluşturulması düzeyinde ve geniş çevrelerin kaynak kullanımı ve nüfus baskısı meselelerine bakışında oldukça ekili oldu. Ve farklı biçimlerde olmaya da devam ediyor.
Peki tüm bunlar gıda üretme biçimlerimiz için ne anlama geliyor?
1960’lardan başlayarak farklı coğrafyalarda tarımsal üretimi dönüştüren yeşil devrime sıklıkla, en büyük global sorunun açlık olduğu üstünden meşruiyet kazandırıldı. [8]. Basitleştirilmiş biçimiyle; melez tohumlar, yoğun kimyasal girdi kullanımı ve monokültür ekime dayanan tarımsal üretim üçüncü dünya ülkelerinde artan nüfusun tarım arazileri üzerinde oluşturduğu baskıya iyi niyetli bir müdahale olarak sunulageldi [8]. Buna ek olarak dünyanın arta kalan nüfusunun aynı deneyimi yaşamaması için endüstriyel tarımın tek çare olduğu da bir diğer temellendirmeydi. Bu yaklaşımın hayvancılıktaki karşılığı ise hayvanların dar alanlarda, hareketsiz bir şekilde, yüksek enerjili besinler ve antibiyotikler ile mümkün olduğunca hızlı büyüyüp piyasaya sunulmaya hazır hale gelmelerini hedefleyen yoğun üretim tesisleri idi. Bu tesisler de meşruiyetlerini yine otlaklarda özgürce otlayan hayvanların dünyanın mevcut gıda ihtiyacını karşılayamayacağı üstünden inşa etti ve hala ediyor.
Peki ya limitler ve kıtlık fikri yüzünden insanlık olarak müşterek varlıklarımıza dair soramadıklarımız ne idi? Malthusçu kıtlık zihniyeti neleri perdelemeye yaradı- ve yarıyor?
Gıda adaletsizliği üzerine, mevcut gıda sistemimizin tasarımı sebebiyle israf edilen gıdayı ve gıdanın eşitsiz dağıtımı meselesini konuşmamızın önünü aldı [9].
Nüfusa yapılan aktif veya pasif tüm müdahalelerin bir yaşamlar hiyerarşisi ile birlikte geldiğini, nüfusu “kontrol altına alınanların” yaşamı daha değersiz görülen bazılarımız olduğunu konuşmamızı engelledi.
Kullanımın müşterek varlıklar üzerindeki zarar verici etkisi ile endüstriyel tarım yöntemleri arasındaki ilişkiyi, ve de agroekolojik yaklaşımla yapılan tarımın başarabileceklerini perdeledi.
Her biri birbirinden önemli olsa da bu yazı için üçüncü maddeye odaklanacağım-diğerlerini başka yazılarda açmaya ümit ve niyet ile.
Agroekoloji, gıda sistemlerini, ekolojik, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla, bütüncül olarak çalışan bilimleri içine alan çatı bir kavram. Agroekolojik üretim ekollerinin birleştikleri bir diğer nokta yoğun girdiler üzerinden çalışan endüstriyel tarım ve hayvancılık sistemlerini sorunsallaştırmaları ve doğanın bilgisini ve bağlamların özgül ihtiyaçlarını temel alan, mümkün olduğunca az müdahale ve girdi ile çalışan tarımsal sistemleri kurmanın nasılı üzerine düşünmeleridir.
Konvansiyonel tarımın girdilere (fosil yakıtlar, su, petrokimya ürünleri vb.) bağımlılığı doğal kaynakların limitli olduğu bilgisi ışığında değerlendirilir, bu metotların uygulandığı on yılların sonunda karşımıza çıkan tahribat göz önüne alınırsa temel kaynak olarak bilgiyi/tasarımı konumlandıran agroekolojik tarım yaklaşımlarının limitlerle çalışmakta sahip olduğu avantaj hemen fark edilecektir. Agroekolojik üretim yaklaşımlarından birisi olan bütüncül planlı otlatma ile endüstriyel hayvancılık kıyası örneği üzerinden bunu daha net görebiliriz.
Endüstriyel hayvancılık maalesef artık otlaklarla bağını koparmış olduğu için meralardaki tahribatı doğrudan görmek zordur. Bu yüzden endüstriyel hayvancılığın ilişki içinde olduğu coğrafyaları bir arada düşünmemiz gerekir. Belli bir arazide, bir sığırın beslenmesi için yetiştirilen soya vb. ekinler monokültür ekimi yapıldığı için biyoçeşitliliği en baştan yok eder, ürün alındıktan sonra toprağı besin açısından fakir bırakır, sığırın olası faydalı etkileri toprak ile buluşmaz. Buna karşılık farklı coğrafyalardan su, gübre, pestisit, antibiyotik vb. için hammaddeye de ihtiyaç duyar. Özetle, daha az alandan daha kısa sürede alınan ürünle bir sığır yaşatılıyor olsa da konvansiyonel hayvancılığın yıprattığı coğrafya bunun ötesine ulaşır. Ki bu da kendini ekolojik limitlerle temellendiren bir üretim biçimi için ironiktir.
Bütüncül planlı otlatma ise planlı münavebeyi ve sürü yoğunluğunu esas alarak çalışır. Çok sayıda hayvan kısa süreler için bir padokta otlatılır, ardından bu bölgede otlar kendisini toplayana dek yeniden otlatma yapılmaz, sürü başka bir padoka geçer. Sürü üyelerinin birbirine yakın durduğu bu otlatma biçiminde hayvanlar toynaklarının darbesi ile toprağı havalandırır, otları yatırarak çürüme sürecini teşvik eder ve toprak yüzeyinin güneşe doğrudan maruz kalmasının önüne geçer, dışkılarını bırakarak toprağın mineral oranını arttırırlar; üstelik otların yeniden büyümesi için yeterli süre tanındığı için aşırı otlatma riski ile karşılaşmadan. Fark edersiniz ki Hardin’in sığır sürüsü örneğinden oldukça farklı bir süreci ve trajik bir yok edicilikten oldukça uzak bir çıktıya işaret eder [10]
Sonuç niyetine
Eğer endişe duyduğumuz konu artan insan nüfusunun bu dünya üzerinde varlığını koruyabilmesi ise gıdanın ve diğer kaynakların mekânsal ve demografik olarak dengesiz dağılımı, nüfus kontrolü çalışmalarının muhakkak bazı grupların yaşamlarını daha gözden çıkarılabilir kıldığı, ve de endüstriyel tarım ve hayvancılığın ortak varlıklarımız üzerindeki derinden yıpratıcı etkisi ile yüzleşmemiz gerek. Endüstriyel tarım ve hayvancılığa fazla bile şans tanıdık. Çok zamandır dünyayı beslemekte başarısız olduğunu ve sebep olduğu kirlilik ve kaynak tüketimi ile gelecekte besleme olasılığından da çaldığını gördük. Birleşmiş Milletler dahi artık global açlığın çözümünün agroekolojik üretim biçimlerinde yattığını telaffuz ediyorken [11] her coğrafyanın ve topluluğun özgül ihtiyaçlarına göre, sosyal, ekonomik ve ekolojik olanı birbirinden ayırmadan tasarlanmış tarımsal sistemlerde, agroekolojik tarımda aramamızın zamanı geldi geçiyor.
Almina Akbalçık
Genç Onarıcılar Programı
Kaynaklar:
Thomas Malthus. [1803] 1993. An Essay on the Principle of Population, edited by
Ehrlich P. R. (1968). The population bomb. Ballantine Books.
United Nations, DESA, Population Division. World Population Prospects 2022. http://population.un.org/wpp/
Hardin, G. (1968). The Tragedy of the Commons. Science, 162(3859), 1243–1248. http://www.jstor.org/stable/1724745
Ostrom, E. (2015). Governing the Commons: The Evolution of Institutions for Collective Action (Canto Classics). Cambridge: Cambridge University Press. doi:10.1017/CBO9781316423936
Angus, I. (2008). The Myth of the Tragedy of Commons. https://climateandcapitalism.com/2008/08/25/debunking-the-tragedy-of-the-commons/
Eric B. Ross, (2003), https://www.academia.edu/2467381/Malthusianism_Capitalist_Agriculture_and_the_Fate_of_Peasants_in_the_Making_of_the_Modern_World_Food_System
https://www.fao.org/newsroom/detail/FAO-UNEP-agriculture-environment-food-loss-waste-day-2022/en#:~:text=Meanwhile%2C%20according%20to%20FAO's%20State,our%20food%20ends%20up%20being
https://foodplanetprize.org/initiatives/reversing-the-tragedy-of-the-commons/
Kommentit